Berlin, Almanya (Weltexpress). İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, AB’nin kurulmasına rağmen Batı Avrupa ülkeleri neden ABD’nin vasalları olarak kendi güvenlik politikalarını geliştiremediler ve Avrupa’nın değil, ABD’nin çıkarlarına öncelik verdiler?
1949’da NATO’nun kurulmasıyla, ABD’nin vasal devletleri olan Avrupa’daki anti-komünist hükümetler, tek süper gücün nükleer şemsiyesi altında kendilerini güvende hissettiler. Varşova Paktı ülkeleri ve bu ittifakın lideri Sovyetler Birliği ile silahlı bir çatışma durumunda, Amerikalıların ve onların çok daha üstün nükleer silahlarına güveniyorlardı. Çünkü 1950’lerin sonuna kadar, ABD, dünyanın her yerini, özellikle de Sovyetler Birliği’ni nükleer ateşle yok edecek yeterli sayıda ve menzilde uzun menzilli bombardıman uçaklarına sahip tek süper güçtü.
Amerikalılar, çok da uzun olmayan bir süre önce Hiroşima ve Nagazaki’de, kitle imha silahlarını büyük şehirlerin sivil halkına karşı kullanmaktan çekinmediklerini kanıtladıkları için, Avrupa’daki NATO müttefikleri, güvenlikleri konusunda ABD’nin garantilerine tamamen güveniyorlardı. Bu da onları Sovyet uyarılarına karşı bağışık hale getirdi. Örneğin, yeni kurulan BRD’de Nazi savaş suçluları, ABD gizli servislerinin desteğiyle siyaset ve BND’de (Federal İstihbarat Servisi) rahatça yıkıcı anti-Sovyet provokasyonlarını sürdürebilir, Batı Ukrayna’ya sabotaj ve suikast timleri gönderebilir, DDR’de trenleri raydan çıkarabilir ve daha pek çok şey yapabilirdi.
Sovyetler Birliği de 29 Ağustos 1949’da Kazakistan’ın Semipalatinsk test sahasında ilk atom bombasını başarıyla patlatmış olsa da, ABD’nin defalarca dile getirdiği nükleer tehditlere karşı inandırıcı bir caydırıcı güç oluşturması için daha uzun yıllar geçmesi gerekecekti.
Sovyetler de 1950’lerde nükleer silah taşıyabilen uzun menzilli bombardıman uçakları, örneğin Tu-95 pervaneli uçakları, kullanıma hazır hale getirmişti. Ancak bu bombardıman uçakları Washington için inandırıcı bir caydırıcı unsur oluşturmuyordu, çünkü sayıları azdı, ABD ve Kanada’nın F-102 tipi jet avcı uçakları için çok yavaştı, menzilleri sınırlıydı ve hava ikmali olmadan geri dönüşleri mümkün değildi, üstelik Sovyetler Birliği’nde hava ikmali teknolojisi henüz emekleme aşamasındaydı.
1959’dan itibaren Sovyetler, R-7 gibi kıtalararası balistik füzelerin (ICBM) geliştirilmesiyle de ilgilenmeye başladı ve stratejik odak noktası bombardıman uçaklarından uzaklaşmaya başladı.
1960’ların başında Sovyetler Birliği için durum dramatik bir şekilde iyileşti. Zaten Ekim 1957’de ilk yapay uydusu Sputnik 1’i fırlatmıştı. 1959’dan itibaren Sovyetler, ilk nükleer silahlarla donatılabilir kıtalararası balistik füzelerini (ICBM) geliştirmeye başladı ve böylece bombardıman uçaklarının stratejik dezavantajı ortadan kalktı. Ancak Washington’un Sovyetler Birliği ile stratejik dengeyi kabul etmesi ve Mayıs 1972’de SALT I (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Anlaşması I) ile bunu resmileştirmesi bir on yıl daha alacaktı.
Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki “korku dengesi”nin kavramsal olarak kabul edilmesi, Avrupa’nın savaş planlaması üzerinde de etkisiz kalmadı. Bu gelişmenin sonucunda, Avrupa’daki ABD müttefiklerinin liderleri, Amerikan nükleer şemsiyesine olan güvenlerini yitirdiler. Washington, Batı Berlin’i savunmak için nükleer silah kullanmaya ve böylece bir Amerikan metropolünün yok olmasını göze almaya hazır mıydı? “Boston için Berlin” sorusu, bu tartışmanın kısa formülüydü. Sonuç olarak, Washington’da “Esnek Tepki” adlı yeni bir NATO stratejisi geliştirildi.
Bu, Amerikalıların, Avrupa kıtasında SSCB ile olası bir savaş için yaptıkları planları, karşılıklı garantili yıkım (Mutual Assured Destruction, kısaca MAD) adlı yeni gerçeğe uyarlamaları anlamına geliyordu. Önceki planların aksine, Esnek Tepki stratejisiyle nükleer silahlar, NATO’nun konvansiyonel silahlarla kayıplı bir savaşın ardından yıkıcı bir yenilgiyle karşı karşıya kalması durumunda kullanılacaktı. Ayrıca ABD, Sovyetler Birliği’nin ABD’nin kalbine yönelik stratejik bir karşı saldırıyı önlemek umuduyla, yalnızca Doğu Avrupa’daki Rus hedeflerine karşı “küçük” taktik nükleer silahlar kullanacaktı.
Pratikte bu, Avrupa’daki, özellikle de Almanya’daki ABD-NATO vasalları için, ciddi bir durumda büyük, yüksek yoğunluklu, konvansiyonel silahlarla yürütülen bir savaşın yaşanacağı anlamına geliyordu. Washington, NATO’ya üye Avrupa ülkelerinin konvansiyonel silahlı kuvvetlerinden, ciddi bir durumda, Amerika’nın Avrupa’ya takviye kuvvetleri gelene kadar direnmelerini ve bu takviye kuvvetlerinin, Avrupa’da önceden konuşlandırılmış ağır silahlar ve mühimmatla, üstün hava kuvvetleriyle Varşova Paktı ordularını geri püskürtmelerini bekliyordu.
Buna göre, NATO Avrupa’sında, özellikle Belçika, Hollanda ve Almanya’da, ama aynı zamanda İtalya’da da limanlar, yollar, demiryolları ve köprüler Amerikan takviye kuvvetleri için tasarlanmıştı. Ancak “planlamacılar hiçbir zaman ABD’siz bir NATO hayal etmediler” ve “hem eski hem de yeni askeri hareketlilik planları, Amerikalıların geleceği varsayımına dayanıyor.”
Ancak bugün, Avrupa’daki en koyu transatlantikçiler bile Washington’un gelecekte bu varsayımı yerine getirip getirmeyeceğini sorgulamak zorunda. Aynı zamanda, tanklardan uçaklara kadar ABD’nin ihtiyaçlarına göre ayarlanmış boru hatları yoluyla sağlanan yakıt tedariki de dahil olmak üzere, Avrupa’nın askeri altyapısının özerk bir Avrupa savunması için yetersiz olduğunu kabul etmek zorundalar. Örneğin, 20.000 Fransız askerinin ağır teçhizatla Almanya ve Polonya üzerinden Ukrayna’ya nakledilmesi planı hakkındaki tartışmalar, önümüzdeki sorunlara dair bir fikir veriyor.
Tarihsel bağlam ve ABD’nin Avrupa’nın özerkliğine karşı direnişi
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, Avrupa’daki NATO üyesi ülkelerin önde gelen politikacıları, NATO’nun varlığının gerekliliğini kamuoyunda sorgulayarak, ABD’nin vasallığı statüsünden kurtulma ve Washington’un siyasi, ekonomik ve sosyal konulardaki vesayetini azaltma fırsatı gördüler. NATO’nun, hiç gerçekleşmemiş bir Sovyet işgalini önlemek için kurulduğunu öne sürdüler. Sovyetler Birliği artık var olmadığına göre, NATO’nun da görevini tamamladığına göre, NATO’nun artık var olmasının bir anlamı yoktu.
1991 yılında, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand ve Almanya Başbakanı Helmut Kohl, ABD’nin etkisini azaltmak için entegre bir Avrupa savunma ve dış politika stratejisi üzerinde görüşmeler yaptılar. 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması, AB’nin ortak bir “dış ve güvenlik politikası” için planlar belirledi ve Fransa ile Almanya, bağımsız bir pan-Avrupa ordusu kurmak amacıyla “Eurocorps”un geliştirilmesine başladı.
ABD bu çabaları kararlı bir şekilde reddetti. Kasım 1991’de Başkan George Bush, Brüksel’e “Avrupa Birliği’nin, Amerika’nın Avrupa’nın savunması ve işlerinde oynadığı rolü gereksiz hale getirmeyeceğini” söyledi. 1992 Haziranında Washington Post gazetesinde yayınlanan bir haberde şöyle yazıyordu: “Üst düzey Alman yetkililer, ABD’nin Avrupa ordusu planlarını rafa kaldırmak ve bunun yerine Avrupa’nın savunmasının en üst mekanizması olarak NATO’ya sonsuz bağlılık taahhüdünde bulunmak için güçlü baskı uyguladığını bildiriyor.”
Gabriel Robin, eski Fransız NATO temsilcisi, NATO’nun “gerçek işlevinin” “[Avrupa’nın] bağımsız bir kale haline gelmesini ve belki bir gün rakip olmasını engellemek” olduğunu itiraf etti. ABD Başkanı Bush, Maastricht AB Antlaşması’nın imzalanması vesilesiyle, “Soğuk Savaş’ın eski müttefiklerinin yeni ekonomik rakiplere, Soğuk Savaşçıların ticaret savaşçılarına dönüşme tehlikesi”ne karşı uyarıda bulundu.
NATO’nun ekonomik ve stratejik kontrolü
Gerçek şu ki, NATO kurulduğundan beri ABD’nin Avrupa’daki ekonomik ve stratejik hakimiyetini sağlamıştır. Ocak 2002’de eski NATO Komutanı Alexander Haig, Almanya’daki ABD birliklerinin “Avrupa bölgesindeki nüfuzumuzun temeli” ve “ekonomik başarımızın kalite mührü” olduğunu, çünkü “Avrupa pazarlarını bizim için açık tuttuğunu” açıkladı. Bu varlık olmasaydı, “bu pazarlara erişim muhtemelen daha zor olurdu” (Zaman nasıl da değişiyor). 2002 yılında Bulgaristan’ın NATO’ya üyeliği, devlet sanayilerinin özelleştirilmesi ve ABD’nin onayladığı alıcılara satılması şartına bağlandı. Bu şart, Lockheed Martin’in eski başkan yardımcısı ve ABD NATO Komitesi başkanı Bruce Jackson tarafından talep edilmişti.
Lockheed Martin şirketinin yabancı hükümetlere rüşvet vererek silahlarını satın almalarını sağlama tarihi, bu etkiyi vurgulamaktadır. Aslında NATO üyeleri, pahalı ABD ve İngiliz silahlarını satın almakla sözleşmeyle yükümlü değildir, ancak üzerlerindeki siyasi baskı yeterince güçlüdür ve tüm bu süreç, NATO ordularının “işbirliği kabiliyeti” NATO ordularının silahlarının “birlikte çalışabilirliği” endişesiyle gerekçelendiriliyor. Bu durum, ABD ve İngiltere’nin silahlarının güvenilmez olduğu ortaya çıksa bile geçerli. Örneğin, son zamanlarda çok övülen ve son derece pahalı olan Lockheed Martin’in F-35 savaş uçağı sık sık düşüyor ve ABD Hava Kuvvetleri’nde bile endişe yaratıyor.
Lojistik ve stratejik zayıflıklar
Bu bağlamda, Politico gazetesi geçtiğimiz günlerde Washington’un “uçaklar, gemiler, yakıt hatları, uydular, siber savunma ve birlikte çalışabilirlik standartları” gibi önemli askeri hareket araçlarını kontrol ettiğini vurguladı. Buna göre, Avrupa’da “ağır nakliye uçakları, askeri kargo gemileri ve özel araçlar” ile “rampa ve düz yataklı vagonlar gibi basit yükleme ekipmanları” eksik. Eski ABD Avrupa Komutanı Ben Hodges, Avrupa altyapısının “büyük çaplı hızlı askeri hareketler için tasarlanmadığını” çünkü “zayıf köprüler, keskin virajlar, dar tüneller ve kötü yerleştirilmiş tabelalar”ın taşımayı engellediğini açıkladı. Köprü ağırlıklarına ilişkin tabelalar nadirdir, çünkü “bugünkü altyapı hiçbir zaman askeri kullanım için tasarlanmamıştır.”
Hava ikmali ABD’nin tekelinde ve Avrupa’nın doğu kanadının savunması “ABD tarafından finanse edilen NATO yakıt ağlarına” bağlı. Avrupa ayrıca “ABD istihbarat servislerine, siber savunmaya ve hibrit tehditlerin tespitine” bağımlıdır. Brüksel’deki bir düşünce kuruluşu yetkilisi, ABD’nin siber güvenliği olmadan Avrupa’nın “siber saldırı ve sabotaj için kolay bir hedef” olacağı uyarısında bulundu. Bu yeteneklerin yerine konması zor. Ayrıca “tüm Avrupa askeri planlaması Washington üzerinden yürütülüyor”. Trump yönetiminin bu rolü Avrupalılara devretmeyi düşünmesi, “Amerika’nın Avrupa savunmasına olan ilgisinin azaldığını” gösteriyor. Politico bu nedenle şu uyarıda bulunuyor: “Avrupa, ABD’nin desteğine dayanan ve belki de asla gerçekleşmeyecek bir savaş stratejisine büyük yatırım yaparak, yanlış çatışmaya hazırlanma riskiyle karşı karşıya.”
AB elitleri, en geç Donald Trump’ın başkan olmasıyla birlikte, Rusya ile bir çatışma çıkardıkları takdirde Amerikalıların kendilerine yardım etmeyeceklerini artık anlamış görünüyor. Yine de NATO üyesi Avrupa ülkelerinin siyasi ve askeri elitleri, Joe Biden’ın hedefini gerçekleştirmek ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi tattırmak konusunda fanatik bir kararlılık sergiliyor.
Ancak, bu son 3 yılda ABD’nin yoğun yardımıyla bile başarılmadıysa, Avrupalılar bunu tek başlarına nasıl başaracaklar? Bunun için askeri olarak ABD kadar güçlü olmakla kalmayıp, ondan daha güçlü olmaları gerekir, bu da on yıllar sürer ve trilyonlarca avroya mal olur. Ukrayna’nın insan kaynağı yakında tükeneceğinden, NATO’ya üye Avrupalılar, Ukrayna’da tek başlarına Ruslara karşı savaşmaya devam etmek istiyorlarsa, yüzbinlerce kendi vatandaşının ölümüne de hazırlıklı olmalılar.
AB üye ülkelerinin hükümetlerindeki fanatik Rus düşmanları, Donald Trump’ın ikinci başkanlığıyla ABD’nin Avrupa savunmasına olan bağlılığının sona erdiğini ne zaman anlayacaklar? Böylece, ABD’nin desteği olmadan Avrupa’da batıdan doğuya büyük çaplı bir asker sevkiyatı bile daha yavaş, daha maliyetli ve lojistik darboğazların yarattığı engellerle karşılaşacağı ve bunun Rusya ile bir savaşta ölümcül sonuçlar doğuracağı gerçeği, onlar için rahatsız edici bir şekilde ortaya çıkıyor.
Buna rağmen, kibirli Rus düşmanlığı, AB elitlerinin zihinlerini o kadar bulandırmış görünüyor ki, Batı Avrupa halklarının yaşam temelini yok edecek ve muhtemelen milyonlarca insanın hayatına mal olacak bir Rusya ile çatışmaya hazırlar. Batı Avrupa ile çatışmayı isteyen Rusya değil, tam tersi. Düşmanımız Rusya’da değil, kendi ülkemizde. Bu nedenle, Avrupa’nın geleceği, Nazilerde, örneğin Josef Goebbels’te olduğu gibi, “savaşmaya hazır” olmanın sözde acil gerekliliğinde yatmıyor. Hepimizin geleceği, Rusya ile barış içinde yaşamak ve daha fazla silahlanarak daha fazla yoksulluk yaratmak yerine, kendi ülkemizde daha adil ve refah içinde bir toplum oluşturmakta yatıyor.